Onur Alp Yılmaz yazdı: “Kenya, Kenya… Dünyada n’oluyo?”

Başlığa çekilen alıntı, Cem Yılmaz’ın meşhur şakalarındandır malumunuz…
Şimdi BM’de herkesin kulaklığı var. Bir ülke temsilcisi konuşuyor, diğerleri dinliyor. Fransa konuşuyor, çat Kenya dinliyor… Gana’ya kimse çevirmiyor… (Gana’yı kastederek) Noluyo ya… Kenya, Kenya n’oluyo… Dünyada n’oluyo…
Sanırım bizden kendisine mutlak itaat etmemizi bekleyen muhalefetin dünyaya bakarken ki hâli tam da bu… Dünya, deprem biliminden bir kavram ödünç almam gerekirse, adeta sismik darbelerle her gün sarsılıyor.
Bu sismik darbeler de adeta ülkeleri hareket ettiriyor, birbirlerine yakınlaştırıyor ya da uzaklaştırıyor. Çünkü Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Sovyetlerin çöküşüyle beraber ortaya çıkan tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçecek miyiz geçmeyecek miyiz… Bunun kavgasının içindeyiz.
Uluslararası kural ve kurumların tanınmadığı, yetersiz kaldığı bir anarşi halinin içindeyiz. Uluslararası ilişkiler literatüründe “self-help” olarak adlandırılan herkesin kendisini kurtarma derdine düştüğü “Her koyun kendi bacağından asılır” çağındayız yani…
Peki, buradan bir düzen çıkacak mı? Yeniden görece uluslararası barış durumuna geçebilecek miyiz? Bu yeni dünyanın kuralları ne olacak? Bu soruların henüz belirsizliğini koruduğu, orman kanunlarının geçerli olduğu bir uluslararası siyaset çağındayız. Sezen Aksu’nun dediği gibi “Bir çağ yangını bu bütün dünya günahkâr” yani…
Nasıl mı? Rusya, Ukrayna Savaşı’nda duvara tosladı. Bu ise Rusya’nın eski egemenlik sahası olan Kafkasya coğrafyasında başlarda tedirginlik duyan Azerbaycan, Kazakistan, Ermenistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetlerini cesaretlendirdi ve bu cesaret de onları Batı’yla ilişki kurarak Rusya’nın nüfuz alanından çıkma arayışına soktu. Bu köşenin okurları hatırlayacaktır, geçtiğimiz haftalarda bu ülkelerin arayışlarıyla, Batı’nın Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu kırma arayışının kesiştiğini ve bu amaçla da üç ülkeye kilit rol atfettiklerini ifade etmiştim: Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye.
İşte Beyaz Saray’da gördüğümüz tablo da tam olarak bunun eseriydi: Azerbaycan ve Ermenistan, 30 yıldır süren savaşlarını Trump’ın hamiliğinde imzaladıkları bir anlaşmayla sonlandırdılar. Bu anlaşmada savaşın sonlandırılması kadar tarihi olan bir diğer nokta da ABD’nin İran sınırına yerleşmesi anlamına gelen Zengezur Koridoru’nu 99 yıllığına ABD’li firmalar işletecek olmasıydı. Peki, Nasıl oldu da Ermenistan yıllardır süren Azerbaycan-Ermenistan çatışmalarının ana nedenlerinden biri olan, daha önce Rusya’nın talep etmesine rağmen ona da hiçbir ara formülle vermeye yanaşmadığı bu bölgeyi ABD egemenliğine teslim etti?
Yukarıda ifade ettiğim gibi, Ermenistan ve Azerbaycan, Rusya’nın egemenlik haklarına karşı takındığı hoyrat tutumdan Batı’nın desteğiyle kurtulma arayışında. Ancak Ermenistan’da çok güçlü bir Rusya yanlısı muhalefet söz konusu. Bunun anlamı, ülkede her an Rusya yanlısı bir ayaklanma, hatta darbe dahi olabileceği…
İşte böyle girişim halinde, “Her koyun kendi bacağından asılır” dünyasındayken ABD’nin “Ermenistan için” Rusya’yla çatışmaya girmeyi göze almasının bir karşılığı olmalı, öyle değil mi? Zengezur vasıtasıyla İran’a komşu olmak ABD ve İsrail çıkarları açısından epey tatmin edici bir ödün olsa gerek… Nitekim İsrail’in İran’ı “Büyük Azerbaycan” hayaliyle kuşatabileceğini nasıl düşündüğünü ve bu doğrultuda ABD’ye Azerbaycan’ı uzun süredir nasıl pazarladığını yine bu köşenin dikkatli okurları hatırlayacaktır. Dolayısıyla mevcut haliyle bu anlaşmanın kaybedenleri İran, Rusya ve ticaret yolları kesilen Çin olacaktır.
Yazının başında dedim ya, uluslararası kurum ve kuralların işlemediği bu dönemde esnaf usulü pazarlıklar, yeni ittifaklar ve iş birlikleri sürüp gidecek. ABD’nin amacı açık: Çin’in Kuşakyol projesinin karşısına Trumpyol projesini koyarak dünya sistemindeki hegemonik gücünü sürdürmek. Bunun için ise mücadelenin yürütüldüğü coğrafyaların kesişim noktasında biz, yani Türkiye var.
Bu açıdan düşündüğümüzde hemen şu soru ortaya çıkıyor: İktidarın başlattığı “Terörsüz Türkiye” girişimi tüm bu pazarlıklardan azade mi? Uluslararası medyanın yalancısı olarak “Elbette hayır” diyeyim. Peki, başka ne diyor uluslararası medya? Örneğin, Türkiye’nin Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması konusunda ABD’ya yardım edeceğini, karşılığında ise PKK’nın tasfiyesi için yardım isteyeceğini söylüyor… Bunu daha da ileri götürüp Hamas’ın silahlandırmasına dayandıranlar da var… “Olmaz canım” diyebiliyor muyuz tüm bunlara? Hele ki Barrack, HaberTürk’e verdiği röportajda, İran’ı ve Rusya’yı dışarıda bırakıp yeni Ortadoğu ve Kafkasya vizyonunu şöylece ortaya koymuşken:
“Sadece düşünün, Abraham Anlaşmaları’nı, bölgenin güçlü oyuncularından Türkiye’yi; ki Türkiye her geçen gün bölgedeki önemini artırıyor, birleştirdiğinizi. Ama sadece Türkiye değil; Arap olmayan nüfusu Müslüman ağırlıklı bir ülke olarak Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan… Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar. Neden olmasın?“
Açık biçimde Ortadoğu’nun İsrailleştirilmesiyle Ortadoğu’nun ABD için güvenli bir hâle gelmesini eşanlamlı gören bu yaklaşıma karşı muhalefetin düşüncelerini duyan var mı? Ya da alternatif planını? Dahası muhalefete göre, ABD’nin bu saldırganlığı Türkiye için bir tehdit mi?
Peki, böyle bir konjonktürde, yani PKK’nın tasfiyesinin uluslararası pazarlıklara indirgendiği bir denklemde kurulan komisyon Türkiye’de siyaseti “Terörsüz Türkiye” başlığıyla hizalamaktan başka bir işe yarayacak mı?
Bu soru, aklıma “Hitler: The Rise of Evil” isimli mini dizideki bir anı getiriyor açıkçası. Dizide Hitler’in geri dönülmez bir biçimde diktatörleşene kadar kullandığı propaganda yöntemleri de işleniyordu. Bu diziden aklıma kazınan bir an vardır: Hitler, Almanya’da savaş bütçesini geçirirken “hayır” oyu verecek olan SPD’liler bir anda milli marş çalınca virgül şeklinde ayağa kalkıyordu. O senaryoda milli marş nasıl muhalefeti yanında hizalamak için araçsallaştırıldıysa bugün “Terörsüz Türkiye”yle burada olan da aynı şey mi acaba diye sormadan edemiyorum açıkçası…
Nitekim, “sürecin şeffaflaşması” iddiasıyla masaya oturup, ardından iktidarın güvenlik bürokrasisinin yapacağı bir sunum gerekçesiyle komisyonu, çalışma prensiplerinin belirlendiği ilk toplantıyı saymazsak, henüz ilk toplantısında kapalı oturuma götürmesini desteklemek sanırım bu noktaya denk düşüyor. Kuralların olmadığı, pazarlıkların liderler düzeyinde ve günlük yapıldığı bu süreçte meseleyi güvenlik bürokrasisinin kapalı bir oturumla yapacağı bir sunumla görüştüğünüz andan itibaren bu konu artık demokratikleşmenin değil, milli güvenliğin konusudur. O halde bu masadan kalkmak da “toplumla paylaşılamayacak kadar ‘büyük’ sırları, ‘devlet aklını’ bilmenize rağmen sorumsuz davranmanız” anlamına gelmeyecek mi? Bunun propagandası yapılmayacak mı?
Peki, yukarıda birbiriyle bağlantılı olduğunu ifade ettiğim, ABD’nin hegemonik gücünü korumanın birer parçası olan tüm bu gelişmeler düşünüldüğünde Türkiye’nin bölgedeki rolünden, buna bağlı olarak İsrail’le, ABD’yle, Ermenistan’la, Azerbaycan’la… yaptığı pazarlıklardan, kapalı kapı diplomasilerinden azade bir Kürt sorunu var mı Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan için…
Ya da dahası, bu aktörler için bir Kürt sorunu var mı, varsa hangileri için var ve bunun çözüm yollarının içinde demokratikleşme, refah, bölgelerarası gelir dağılımı adaleti, refahın ve mülkiyetin tabana yayılması gibi asgari demokratik talepler nerede duruyor?
Bu noktada bu süreç, CHP’nin tarihsel iddiası olan yoksulluk, demokrasi eksikliği, siyasi kültürün içindeki ırkçı eğilimlerin varlığı, bölgelerarası gelir adaletsizliği, devletin yanlış uygulamaları, Kürtlere karşı uygulanan reddiyeci tutum gibi nedenlerle doğan ve teröre toplumsal taban sağlayan Kürt sorununun, tüm bu konularda atılacak adımlarla çözülmesi ile de CHP’nin kuruluş kodlarından gelen anti-emperyalizmle de çatışma içinde değil mi?
Ya da CHP’nin de sıklıkla vurguladığı “Ecevit’ten miras Filistin Davası’na sahip çıkma” iddiasıyla yaşananlar arasında bir çatışma yok mu?
Nitekim iktidarın “Yenikapı ruhu”, “Yerli ve millilik”, “Mühacir-ensarlık” gibi birçok ahlaki kategoriyle farklı muhalif grupları farklı dönemlerde nasıl hizaladığını hepimiz şahidiz. Öyle ki daha düne kadar DEM’le ilişki kurduğu için muhalefeti teröristlikle suçlayan iktidar, bugün ise muhalefeti Abdullah Öcalan’ı kutsamadığı için garipsiyor.
Şüphesiz, birbirine zıt gibi görünen bu iki stratejinin ortaklaştığı bir yer var: Daha fazla otoriterlik ve ömür boyunca iktidar gücünü kullanacak biçimde siyaset zeminini dizayn etmek. Nitekim ne olursa olsun savaş diye de ne olursa olsun barış diye de bir şey olmaz. Savaşın da barışın da nasıl, hangi amaçlarla ve hangi koşullarda gerçekleştiği önemlidir.
Bugün “barış” diye pazarlanan süreç, içeride Erdoğan’ın iktidarını koruması karşılığında Öcalan’ın aktörleştiği, Ortadoğu ve Kafkasya’da ise ABD’nin hegemonik gücünü korumak için daha büyük bir savaşa hazırlandığı bir süreç. Ayrıca bu, Rusya, İran ve Çin tarafından keyifle izlenmeyecek ve mutlaka bir karşılık bulacak. İşte bu denklemin içinde muhalefetin komisyona sıkışması da “AK Parti ne diyorsa tam tersi” demesi de çözüm değil. Muhalefetin dünyayı nasıl okuduğunu, yakın gelecekte ne gibi riskler ve avantajlar gördüğünü, bunun iç politikayla nasıl bir ilişkisi olduğunu duymaya ihtiyacımız var. Aksi takdirde Erdoğan’ın siyaset konuşma zeminini iç politikadan dış politikaya taşıdığı bu zeminde onunla rekabet etmek mümkün olmayacaktır.
Sözün özü, artık Ankara’da konfor alanlarına sıkışmış, bu alanları kimseyle paylaşmak istemeyen ve dolayısıyla tüm üretim kapasitesine de ket vuran, “Kenya, Kenya, dünyada n’oluyo” diyen bir muhalefete değil, her şeyiyle yeni bir kurucu anlatıya, kurucu ve kabiliyetli kadrolara ihtiyacımız olan bir dönemdeyiz. Çünkü bu anlatıyı kim kurarsa, kim ideolojik stoka sahip olursa geleceği de o belirleyecek.
Medyascope